''Ah hadi ama Rose. Nereden çıkardın bunu. Biliyorsun şu dünya üzerindeki tek mükemmel dişi sensin benim için. Düşünme böyle. Hala benim aşkımı sorguluyorsun ama güzelim. Bu arada seni çok özledim Rose. Her bir zerrem seni arzuluyor."
Arzular, özlemler ve çelişkiler arasında kalan bir aşk. Kalbi aynı anda iki yerde birden atıyordu. Gözleri David'in fotoğrafında, kulakları sevgilisinin sesindeydi. Alexz'in onu arzuladığını biliyordu. O da bu dosyaların arasından sıyrılıp sevgilisinin kollarında olmayı tercih ediyordu. Ama vicdanı şuanda buna müsaade etmiyordu. İçinde nedensizce yanan bir ateş onu bundan vazgeçiriyordu. Aslında bırakabilirdi her şeyi. İşi, dosyaları, haberleri... Hepsini bırakıp gidebilirdi Alexz'in yanına. Doruklarına çıkabilirdi aşkının. Sevgilisinin gözlerinde kaybolabilir, ıslak dudaklarında dindirebilirdi çöldeki susuzluk misali yanan alevini.‘’İspanya’dayım hayatım. Yıldızlar, dolunay ve loş bir ortam. Bir şişe şarap ardında iki adet kadeh. Sevgilim burada olmanı öyle isterdim ki. Senin o aptal kağıtlar ardına gizlenmiş ruhunu oradan kaçırıp, burada aşkın zirvesine taşımayı öyle çok isterdim ki.’’ Yakışıklı oyuncu yine söylemişti sözlerini. Yıldızlar, dolunay ve loş ortam... Her ne kadar güzel gelse de kulağa bahaneler üretmeliydi. Kalbi el vermiyordu. Gözyaşları sessizce süzülüyor aklında David'i son gördüğü günden esintiler dolaşıyordu. "Yıldızlar... Senin kadar güzel ve senin kadar ulaşılmazlar sevgilim." derdi ona hep. Gözlerinde yıldızlardan bir parça taşıdığını her gün dünyaya haykırırcasına tekrarlardı Rose'a. Şimdi ise yoktu burada. Lanet olasıca bir hastalık alıp götürmüştü onu. Çok kereler denemişti unutmayı. Tek gecelik aşklar, vücuduyla bütünleşen vücutlar... Hiçbirisinden etkilenmemişti. Hiçbirisini önemsememişti. Yalnız Alexz. Bir tek onda farklı hissetmişti kendini. Umursamaz ruhunu bir kenara atmış ve tekrar hissetmişti aşkın o alev alev yakan hallerini. "Üzgünüm aşkım. Ben de isterdim ama gelemem. En azından şimdilik." dedi ruhsuz bir tavırla. Sonra sustu. Kelimeler çıkmıyordu ağzından. Bahaneler üretmek, sevgilisine yalanlar söylemekten nefret ediyordu. Ama yapabileceği bir şey yoktu. Buram buram hissederken yalanları ve mazide kalmış hatıraları, gidemezdi onun yanına. "Seni seviyorum" diyemezdi ne kadar sevse de. Yine yabancılaşacaktı ona karşı. Gözlerine yansıyan görüntü o değil David olacaktı zaman zaman. Bir gecede iki erkek... Ruhani ve bedeni arasında süregelen büyük bir savaş. Ruhu yorgundu yeterince. Daha fazla katlanamazdı bu sahnelere.
Sevgilisinin sesi çıkmıyordu. Telefon hala açıktı lakin onun ne sesi ne de soluğu vardı hattın öbür ucunda."Alexz" dedi ne olduğunu anlamaya çalışan bir tavırla. Yine ses gelmemişti. "Hey Alexz." Suratında umarsız bir gülümseme belirdi. Bu mutluluktan veya şaşkınlıktan değildi. Kendine olan kızgınlığından doğan ve tamamen benliğindeki salak kısımla dalga geçen bir gülümsemeydi. Telefonu yavaşça kapadı. Onun için vicdan azabı çekerken, sırf David ile değil de onunla birlikte olmak istediği için kendini buraya kapatırken onun yaptığı hareketler... Nefret ediyordu kendinden. Sadece kendinden değil, Alexz'e karşı beslediği sevgiden de. "Lucy!" diye bağırdı sinirli bir eda ile. Genç kız kapıdan girdiğinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Ben çıkıyorum. Bu akşam daha fazla rahatsız edilmek istemiyorum. Ararlarsa şehir dışında de, izne ayrıldı de, öldü de. Umurumda değil ne dersen de!" dedi ve kırmızı ceketini üstüne geçirerek ofisten ayrıldı. Kalbi nefret doluydu hala. Çığlık atmak, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Ölüm bile onu sakinleştiremezdi o anda belki de. Umutsuz çırpınışlar arasında indi derginin merdivenlerini. Diagon yolu her zamanki gibi kıpır kıpırdı. Saat kaç olursa olsun hiç değişmezdi ki zaten burası. İnsanlar nedensizce yürür, bazen bir mağaza vitrinine takılır bazen de barlardan birinde sabahlarlardı. O ise bu gece bunların hiçbirini yapmayacaktı. Adımları kendinden emin, asası elinde, gözleri nemli bir şekilde yürümeye başladı. Önce "Issız yol" u geçti. Oradan sola saparak McCartneys'lerin çiftliğini ardında bıraktı. Tepeye doğru hiç yorulmadan ve topuklularını umursamadan çıkmaya başladı. Geldiği yer onun gizli mekanıydı. David'in mezarı... Hayatında güvendiği pek fazla kişi yoktu. David onlar arasında en güvendiğiydi. Yavaşça mezarın başına çöktü. Kurumuş toprak yığını ve başındaki mezar taşına baktı. "Ben geldim."dedi sessizce. Konuşmak istemiyordu. Sadece susmak ve manevi olarak da olsa onu hissetmek... Tek istediği buydu. Onun için sudan, havadan daha önemli bir ihtiyaçtı o saniyelerde bu. Kalbi atmıyormuşçasına sessizdi. Uzaklardan geçen bir karganın bayat melodisi hariç hiçbir ses yoktu kulaklarında.
"Bir şey anlatmama gerek yok. Zaten biliyorsundur. Her zaman bilirsin... Eskiden ne zaman canım sıkılsa sana dert bile yanmazdım. Sen hep bilirdin çünkü. İlacım gibiydin. Şimdi nerdesin?"
Dedi ağlamaklı bir tavırla. Gözyaşları artık sel olmuştu. Kalbi sessizliğini yitirmiş, hıçkırıklarıyla birleşerek çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı. Asasını kenara bıraktı. Gözlerini kapayıp mezarın yanına uzandı. Başını toprak yığınının üzerine - düşüncelerine göre David'in omzuna - yasladı. Kalbinin can çekişmesini hissetti buram buram. Gözleri artık daha fazla dayanamıyordu. Kapandılar yavaşça. Rüyalar alemine doğru bu ılık gecede uzun bir yolculuğa başladılar.
Gün ağardığı sırada telefonunun çalmasıyla uyandı. Gözlerini açtığında hala gece kaldığı yerde, David'in mezarındaydı. Güneş kemiklerini ısıtıyordu. Gözleri telefonunun ekranına kaydı. "Alexz" yazıyordu. İstemeyerek de olsa açmalıydı telefonu. "Efendim..." dedi rahatsız olmuş bir tavırla.
''Ah Rose nasıl anlatırım bilemiyorum bunu.Birden bir kabusun ortasındaydım. Çok kötüydü Rose, gerçekten çok kötüydü. Şu an hiç yaşamadığım hiç hissetmediği korkular gün yüzüne çıktı. Sen de vardın Rose, ulaşamıyordum sana engelliyordu birşeyler beni. Vicdanımdı belki de ve biliyor musun ilk kez kendimi böylesine çaresiz hissediyorum."
Rose sessizdi. Ne kalbinden ne de beyninden hiçbir düşünce geçmiyordu. Kızgın mıydı yoksa üzgün mü kestiremiyordu. Düşünceleri kenetlenmişti. Gökyüzünde parıldayan güneş suratını ısıtmıştı fazlasıyla. İnanmalı mıydı Alexz'e? Güvenmeli miydi bir kez daha? Yoksa bu da mı bir yalandı? hayır, yalan olamayacak kadar içtendi. Gözlerini kapattı. Zihnini toparlamaya çalıştı. O sırada birinin onun omzuna dokunduğunu hissetti. Arkasına döndü. Karşısında gördükleri ile kanı çekilmişti bir anda. Ya ölmüş olmalıydı ya da bir rüya görüyor olmalıydı. Telefon elinden düşmüştü. Göz bebekleri büyümüş, vücudundaki bütün kan beynine hücum etmişti. "David..." dedi şaşkın bir ifadeyle. Gerçek olamazdı karşısındaki, olmamalıydı. Elini karşısında dikilen adamın elmacık kemiklerine götürdü. Dokunuyordu ama hissedemiyordu. Birşey söyleyemiyordu. Ruhu kaybolmuştu. Aniden bayılacağını hissetti. "Ama sen... Sen öldün. Ölmüştün." Rose artık ne dediğini neyden bahsettiğini bilmiyordu. İşte eski sevgilisi, en yakın dostu karşısındaydı. Her zamanki gibi gülümsüyordu. Kalbinin atışları duyulmasa da, vicudu hissedilmese de karşısındaydı."Güven..." dedi yatıştırıcı bir ses tonuyla. "Güven ona."
Sabahları ilizyon görmek pek onun tarzı değildi. O genelde gerçekçi olurdu hep. Bu da gereçk olmalıydı."Sen... Ölmedin mi? Öldün David. Burada olman imkansız." dedi titrek bir ses tonuyla. Telefondan sevgilisinin sesi çıkarken ona konsantre olamıyordu. Elleri titriyor, beyni yeteri kadar çalışamıyordu. "Ölüm bizi ayıramazdı ki. Ayırmadıda. Ona güven Rose. Ona güven... Seni seviyor. " Rose ciddileşmişti. Gözlerini yerde durmakta olan telefona dikti. Başını tekrar kaldırdığında David yok olmuştu. Etrafına bakındı. Yoktu. Geldiği gibi gitmişti. Yavaşça ve titreyerek yere eğildi ve telefonu aldı. Kulağına götürdüğünde rüyamı gerçekmi olduğundan emin olamadığı olayın etkisindeydi hala. "Noldu sevgilim yoksa inanmadın mı bana? David olsa inanırdın öyle değil mi?" Alexz'in kızgın sesi kulaklarında çınladı. Kendini iki dünya arasına sıkışmış bir halde hissederek yavaşça telefonu kapattı.