Expelliarmus
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Expelliarmus

Sihirli Bir Dokunuş. Geriye Dönüş yok!
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 Eduard Justin Black

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Eduard Justin Black
Tılsım/Muska Profesörü
Eduard Justin Black


Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 21/01/10
Yaş : 29
Gerçek İsmi : Emre

Bilgilerim
Rp Puanı:
Eduard Justin Black Imgleft100/100Eduard Justin Black Emptybarbleue  (100/100)
Tarafı: Ölüm Yiyen

Eduard Justin Black Empty
MesajKonu: Eduard Justin Black   Eduard Justin Black Icon_minitimePerş. Şub. 04, 2010 2:35 am

Puanımı yükseltmek istiyorum
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://crucio-rpg.ohmylife.net
Daniel Jacob B. Black
Karanlık Lord
Daniel Jacob B. Black


Mesaj Sayısı : 85
Kayıt tarihi : 20/01/10
Yaş : 29
Gerçek İsmi : Berker x)

Bilgilerim
Rp Puanı:
Eduard Justin Black Imgleft100/100Eduard Justin Black Emptybarbleue  (100/100)
Tarafı: Ölüm Yiyen

Eduard Justin Black Empty
MesajKonu: Geri: Eduard Justin Black   Eduard Justin Black Icon_minitimePerş. Şub. 04, 2010 2:36 am

Konun İhanet. İstediğin gibi ilerletmek, konuyu geliştirmek sana kalmış.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Eduard Justin Black
Tılsım/Muska Profesörü
Eduard Justin Black


Mesaj Sayısı : 13
Kayıt tarihi : 21/01/10
Yaş : 29
Gerçek İsmi : Emre

Bilgilerim
Rp Puanı:
Eduard Justin Black Imgleft100/100Eduard Justin Black Emptybarbleue  (100/100)
Tarafı: Ölüm Yiyen

Eduard Justin Black Empty
MesajKonu: Geri: Eduard Justin Black   Eduard Justin Black Icon_minitimePerş. Şub. 04, 2010 2:38 am

Bölüm 1: Acımasız Oyun

Kar, sessiz ve ani bir şekilde, tüm güzelliği ve vahşetiyle, narince konmuştu yeryüzüne. Hiçbir yer diğerinden daha farklı görünmüyordu ama aslında altındakiler ya da çevresindekilere göre güzel ya da korkunç olabiliyordu. Zeusai, karın güzel kabul edildiği bir ülkede yaşıyordu, her yeri kaplayan karın o soğukluğunu dostça bilen, beyazlığına saygı duyan bir ülkede… Çıplak ağaç dallarının gelinlik giydiğine inanan bir ülkeydi burası, kefen giydiğine inanan değil… Gökyüzündeki kara bulutların arasından zorla geçen güneş ışınlarının, erimemek için direnen fakat sonunda dayanamayan karın, karın altından yavaşça kalkan çimenlerin ve üzerindeki gelinliği çıkararak yeşil bahar kıyafeti giyen ağaçların uyum içinde olduğu bu toprak parçasında çocuklar küçük yaşta içlerindeki enerjiyi kontrol edebilsinler diye eğitilirlerdi. Zeusai de onlardan biriydi fakat çoğuna göre farklıydı. O anne ve babası o daha bir yaşındayken öldürüldüğünden dolayı amcasının yanında büyümüştü. Şimdi on beş yaşına gelmiş ve mezun olup arkadaşlarıyla beraber anne ve babasının katilini aramaya gidecekti. Baharın gelmesi ile Nuon ırkının Kutsal On Bir Tapınağı’nın şenliklerine hazırlanması kaçınılmazdı. Evlerinin arasına serpilecek süsler ve giyilecek yeni kıyafetler. Bu arada evler demişken, küçük, sevimli, beyaz evler birbirlerine neredeyse bitişiklerdi. Evlerden birinde olan bir ses diğer evlerin çoğuna ulaşıyordu. Evler o kadar sessiz ve huzurlu duruyordu ki… Birisinin içerisinden bir ses yükseldi. Sert ve pürüzsüz bir ses… “Zeusai!”

Ev

Bu ev, oranın en küçük evlerinden olmalıydı. Evin iki odası vardı. Birbirine çok benzeyen iki oda… İkisinde de beyaz yatak, beyaz bir masa, beyaz dolaplar vardı. Fakat birinde fazladan gri kıyafetler duruyordu. Kolları normalden uzun ve geniş bir buluz, bol ve paçaları biraz uzun bir pantolon… Ve o sırada odanın beyaz kapısı yavaşça açıldı. İçeriye, üzerinde sadece iç çamaşırları olan bir erkek girdi. Yaklaşık bir metre yetmiş santim olmalıydı. Vücut hatları o kadar netti ki insan’ın nasıl bir özenle yaratıldığı çok rahatlıkla anlaşılıyordu. Kemiklerin, damarların, organların birbirleriyle uyumunun oluşturduğu bu sistemin pürüzsüz bir katmanla örtülmüş hali ufak bir hareket ile önündeki kıyafetlere doğru uzandı ve onları narince giydi. Sarı saçları ve yeşil gözleri gri kıyafetleri arasında göze çarpıyordu. Saçları çok fazla dikilmemişti ve dağınıktı. Yeni doğmuş bir kirpi yavrusunun biraz hırpalanmış halini andırıyordu kafası ama ona ayrı bir hava katıyor, onu şirin gösteriyordu. Zeusai bluzunun kollarını düzeltip, pantolonunun fermuarını kapatırken ince kıyafetlerinin verdiği serinlik hissi ile kendisini düzgün yatağının üstüne attı. Birkaç saniye sonra doğrularak yatağının karşısındaki beyaz dolabın kapağını yavaşça araladı ve içinden gri spor ayakkabılarını çıkardı. Ayakkabıları giyip, bağcıklarını düzgünce bağladıktan sonra ayakkabılarını aldığı dolabın üstündeki dolaba yöneldi ve içinden gri sırt çantasını aldı. Daha sonra da tekrar kapıya yönelerek yavaşça yürümeye koyuldu. O sırada sert ses kendini aynı sözcükle yineledi,
“Zeusai!”


Orman

Çimenlerin üzerine yapboz parçacıkları gibi oturtulmuş ağaçlar yeni yeni yeşermeye başlarken mis gibi kokuları, insanın içini ferahlatıyordu. Kapının önüne çıkmış olan Zeusai, adımını hafifçe ileri doğru attıktan sonra birde yukarı doğru baktı. Ardından da birden sıçradı ve yerden yaklaşık beş metre yüksekteki ağaç dalının üzerine indi. Kahverengi dalın üzerinde bir desen oluşturan yeşil tomurcuklar ve Zeusai’nin hafif adımları bir ahenk içerisindeydi. Ormanın yanındaki evden, sonsuzluğa doğru yolculuk şimdi başlıyordu. Kimsenin hayal edemeyeceği kadar imkânsızlar, artık o kadar da uzak değildi. Zeusai’nin gücü artık her an biraz daha kararlılaşıyor ve artıyordu.

Ormanın derinliklerinde, daha tomurcuklanmamış bir ağaç dalında, mavi kıyafetli bir çocuk ve beyaz elbiseli bir kız oturuyordu. Çocuk, uzun, mavi bir kıyafet giymişti. İçinde ne olduğu gözükmüyordu. Laciverte çalan siyah saçları, dağınıktı ve mavi gözleri ile uyum içerisindeydi. Kız ise kahverengi saçlıydı. Saçları fazla uzun değildi fakat omzuna değiyordu. Bir parçası gözlerine gelen saçlarının arasından parlayan mavi gözler, yanındaki çocuğa doğru ürkekçe bakıyordu. Kat kat, beyaz bir kıyafeti vardı. Tüylerini kapamış, tek renkli bir tavus kuşunu andıran kıyafeti içerisinde ince bedeni bir kuğu gibi duruyordu. Sessiz ortamı bir erkek sesi bozdu, “Lilu-”. Ve bu sesi tatlı bir kız sesi kesti, “Efendim, Youn?”. “Lilu, Zeusai ne zaman geleceğini söyledi mi?” Bu sorunun üzerine ağaçların arasından fırlayan grilik hızlıca karşılarındaki dalın üzerinde durdu ve “Beklettiğim için özür dilerim.” diye konuşmaya başladı düzgün sesi ile Zeusai. “Sorun değil Zeusai” dedi Youn, biraz şaşkın bir ses tonuyla. Daha sonra kalkıp Zeusai’nin yanına doğru sıçrayan Youn ve Lilu, Zeusai’nin yanına varırır varmaz tekrar yola koyuldu Zeusai ile birlikte.

Tapınak

Ormanın sonundaki Kutsal On Bir Tapınağı göz alıcı derecede parlıyordu. Güneş ışığının üzerine gelmesi ile bir elması andıran tapınağı on bir nöbetçi koruyordu. Zeusai, Lilu ve Youn nöbetçilerin arasına geldiklerinde hepsinin onlara dönmesi, onlarda biraz merak uyandırmıştı. Acaba nasıl bu kadar hassaslardı? Daha sonra içlerinden birinin onlara shuriken fırlatması ile düşünceleri değişti ve onlar da saldırıya geçmek için hazırlandılar. Lilu, ellerini birbirine hızlıca vurduktan sonra zıpladı ve işaret ile orta parmağı dışındaki parmaklarını yumruk yapar gibi kapadı. Fakat sol eli sağ elinin üzerindeydi. O anda “Atuohn, Ainneo” diye haykırdı ve elbisesinin bir katı açıldı. Altından küçük yelpazeler fırladı ve bir bıçak gibi nöbetçilerin üzerine savruldu. Yelpazeler, havada uçuşan kelebekleri andırıyordu fakat kelebekler gibi kaçmıyor, arılar gibi saldırıyorlardı. O sırada Youn mavi pelerinini açtı ve içinden bir katana fırladı. Katana, normalden kısaydı ve kesilmişe benziyordu. Lilu’nun yelpazelerinin arasından görüldüğü kadarıyla Youn’un pelerinin içinde mavi bir tişört ve Zeusai’nin pantolonunun mavisinden vardı. Pelerinin içi parşömen doluydu. Parşömenler o kadar fazlaydı ki ayakkabıları görünmüyordu. Youn o anda “Souttiohn, İcrerra” diye haykırdı ve etrafını su damlalarının kaplamasını bekledi. Ahenk içinde hareket eden su damlaları yavaş yavaş birleşiyorlardı. Sudan bir kalkan oluşuyor gibiydi fakat bu kalkanda dışarıya doğru dikenler oluşuyordu. Youn tüm su damlalarının birleşmesini sakince bekledi ve ondan sonra katanasını etrafında çevirdi. Katananın etrafında dönmesi ile dışa dönük dikenler birden fırlayarak birkaç nöbetçinin kalbine saplandı. Lilu’nun yelpazeleri de birkaç nöbetçiyi öldürmüştü ama geriye üç tane daha nöbetçi kalmıştı. Zeusai tüm bunlar olurken ellerini birleştirmiş, yerde oturuyordu. Geriye kalan üç nöbetçi, diğer saldırılardan kurtulmuş gelirken Zeusai birden fırladı ve “Luotne, Hiprehr” diye mırıldandı. Etrafını küçük kıvılcımlar sardı. Daha sonra yıldırım şeklini alarak üç adamın paramparça ettiler ve birden yok oldular.

Tapınağın kapısı çok büyüktü. Bir fil kadar büyük ve ağır kapıyı açmak için denemediler. Youn, kılıcını çekti ve birkaç hamleden sonra kapının parçalanmış yerinden içeri girdiler. İçeride hiçbir eşyanın olmaması, küçük alanı olduğundan geniş gösteriyordu. Zeusai, Youn ve Lilu sessiz ve yavaş adımlarla etrafa göz atarken tapınağın dışından sesler gelmeye başladı. Seslerden gelenlerin en az dört kişi olduğu anlaşılıyordu. Lilu aralarında en hafifi olduğundan ve havayı kullandığından dolayı kendisini rüzgâra salmışçasına bir hareket yaptı ve o anda ellerini yumruk yaparak birbirine çarptı. O anda üçünü de birer hava küresi sardı ve yukarıya doğru yavaşça çıkardı. Dışarıdan bakıldığında dev baloncuğu andıran görüntüsü ile dikkat çekmen sesi Noun Irkının en temel ilkelerinden birine dikkat edildiğini gösteriyordu; gizlilik. Dışarıdan gelen titrek bir kız çığlığı tüm tapınakta vahşice yankılandı. “Burada ne olmuş Sensei?” titrek kız sesi kendisini sakin bir şekilde, bir soru ile yineledi. Kalın ve ciddi bir erkek sesi soruya “Davetsiz misafirlerimiz var.” diye cevap verirken arkadan da bir hırıltı duyuluyordu. O anda kapının kırılmış yerinden birisi fırladı. Görünmeyecek kadar hızlı olduğundan nerede olduğu ya da neye benzediği hakkında hiçbir fikir yoktu. Youn bu sırada ellerini pelerininin içine soktu ve sessizce “Erautohn, Noew” diye mırıldandı. Daha sonra Lilu ve Zeusai’yi tutarak yerin altına doğru kaymaya başladı. Zeusai ve Lilu şaşkınlık içinde yere girerken Youn ses çıkarmamaya özen gösteriyordu.

Yeraltının Gizemi

Yerin altındaki tüneller toz içindeydi. Üzerinde yüründükçe aşağıya düşen toz parçacıkları bir yağmuru andırıyordu. Her zerrecik bir yere konduktan birkaç saniye sonra yeni bir adımla tekrar hareketleniyor, yeni yerler keşfediyordu. Tüneller çok eski zamanlara dayanıyor gibiydi fakat hâlâ çok bakımlı görünüyordu. Tüneller bir ağacı andırıyordu. Her dalından fışkıran başka bir dal, yeni bir macera ve bilinmez… Sırlar, kolayca bulunmayacak bir yere saklanmıştı bu tünellerle fakat kimsenin sırlardan haberi olmadığı gibi tünellerden de haberi yoktu… Tüneller, birbirleri ile oluşturdukları düzenler sayesinde hem çok karmaşık hem de çok basitti.

Youn, Zeusai ve Lilu, tünellerin içine düştü. Lilu o anda bir çığlık patlattı, tiz ve acı… Çığlık derin tüneller içerisinde yankılanıyordu. Tekrar, tekrar ve tekrar… Yavaşça ağaya kalkmaya çalışıyorlardı. Zeusai ve Youn hemen kalktılar fakat Lilu çok zorlanıyordu. “Sanırım ayağımı incittim.” Lilu’nun sesinde bir korku seziliyordu. Sanki buradan çok korkmuşçasına bakıyordu etrafa da. Youn ve Zeusai Lilu’ya yardım etti ve Lilu’nun incinmiş sol ayağına basmaması için onu yürütmemeye karar verdiler. Youn pelerininin içine uzattığı elini geri çektiğinde bir parşömen tomarı elinde duruyordu. O tomarı açtı ve başparmağını ısırdı. Başparmağından fışkıran kan açık tomarın üstüne yapıştı. Youn başparmağıyla tomardaki kana şekil verdi ve tomarın üzerine büyük bir ‘Y’ çizdi. Daha sonra da “Youn’s Summon, Geirreddos” diye haykırdı. Daha Lilu’nun çığlığının etkisindeki tüneller eski sesten arınıp yeni sesi benimseyerek tekrarladı sözcükleri aynı şekilde... Parşömen tomarının bir duman ile birlikte yok olması üzerine yerine dev bir yaratık geldi. Sarı yaratığın kuyruğu bir akrebinkini andırsa da akrep kuyruğuna göre kat kat kalın ve iğnesizdi. İğne yerine dev iki pençeyi andıran bir kıskaç vardı. Yaratığın elleri fazla küçük, ayakları ise kuyruğundan kısaydı. Ellerinde ve ayaklarında üçer tane pençe el ve ayakları ile uyum içerisindeydi. Üçgene benzeyen kafası öndeydi ve ilginç bir gülümseme şeklindeki ağzı burun deliklerinin beş santim kadar altındaydı. Nefes alış verişlerinin duyulduğu ufak bir sessizlik sonrası Youn “Geirreddos, Lilu’yu al ve bizi takip et.” dedi. Dinazoru andıran yaratık hareket etmeye başlayan Zeusai ve Youn’un arkasından, kuyruğu ile Lilu’yu narince gövdesine bindirdi ve onları takip etmeye başladı. Lilu titrek bir sesle “Teşekkürler, Geirreddos” derken sağ eli ile ona sıkı sıkı tutunuyor, sol eli ile de hafifçe okşuyordu. Geirreddos ağzını hafifçe araladı ve “Rahat mısın, Lilu?” dedi. Lilu Geirreddos’un sorusuna ilk başta kafasını evet anlamında sallamakla yetindi ama sonradan “Rahatım, tekrar teşekkürler.” diyerek cevapladı. Tüneller boyunca sessizce ilerlediler fakat son tünelin sonuna geldiklerinde Youn “Geirreddos, buradaki duvarı halletmeliyiz.” diyerek sessizliği bozdu. Geirreddos, Lilu’yu aldığı narinlikte geri yere koydu ve “Erautohn, Deukplos” diye haykırdı. Daha sonra kuyruğunun ucundan fırlayan iğneler duvara saplandı. Zeusai ve Lilu, “Bir şey olmadı.” Dercesine baktı fakat Youn bunlara aldırış etmeden “Erautohn, Deukpros” dedi. İğneler birde patlayarak duvarı yok etti. Duvardan geriye kalan taş parçacıkları her yere dağılmıştı.

Acımasız Oyun

Burası yuvarlak bir alandı. İçeride binlerce kitap vardı, dizilmiş… Bir kütüphane olmalıydı burası. Bazı raflarda boşluklar vardı fakat bu kadar çok kitap arasında yoklukları belli olmuyordu. Belki de daha çok belli oluyordu… Daire şeklindeki kütüphanenin tam ortasında ufak bir masa vardı, üzerinde ise kalın bir defter. Defter açılmıştı. Soldaki sayfada bir şeyler yazıyordu fakat sağdaki sayfa boştu. Sarımsı bir renge sahip olan sayfaların arasına dikkatle bakıldığında fark edilen yırtma izleri aradan bir ya da birkaç sayfanın alındığını gösteriyordu. Youn sesini biraz dikkatlice kullanmayı tercih etti ve “Geirreddos, artık gidebilirsin.” dedi. O sözcükleri duyar duymaz beyaz duman yeniden etrafı kapladı ve parşömen tomarı geri geldi. Youn onu yerden yavaşça alırken Zeusai içeri doğru hamle yaptı. Yavaş yürüyordu fakat bir şeyler mırıldanıyordu. Duyulabilecek kadar bir sesle “Geirreddos büyümüş ve bayağı güçlü olmuş fakat hâlâ parşömenle çağırabiliyorsun.” der demez minik bir gülümseme ve sessiz bir kahkaha ile devam etti. Youn bu sözlere karşı bir tepki vermedi fakat Lilu’ya destek olup onu içeriye taşımaya koyuldu. Zeusai, ortadaki defteri karıştırırken birden durakladı ve gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Daha sonra da
ağzından sadece “Olamaz!” sözcüğü çıktı. Bunun üzerine Youn, Lilu ile birlikte Zeusai’nin yanına gitti. Zeusai parmağı ile birlikte bir satırı gösteriyordu. O satırda hiç kimsenin birden görmek istemeyeceği şeyler yazıyordu, ailesinin katilini…


Zeusai’nin ailesi her zaman Tapınağa sadık olmuştu. Babası ve annesi Tapınağın kendilerine verdiği görevleri en iyi şekilde yapmaya çalışmış hatta bu görevler için canlarını vermeye razı olmuşlardı. Ta ki Zeusai doğana kadar. Zeusai doğduktan sonra Tapınaktan görevlerinin azaltılmasını ve tehlikenin daha az olduğu görevler verilmesini istemişti. Tapınak bunu ilk başta kabul etmiş fakat daha sonra en iyi adamlarından ikisini önemli görevlerde kullanamadığından pişman olmuştu. Bundan sonra da onlara yeni bir teklifle gitmişti, eski işlerine geri dönmek. Zeusai’nin ailesi bu görevi reddetmişti fakat amcası bu görevleri kabul etmişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra Zeusai’nin ailesi ters giden bir şeyler olduğunu düşünmüş ve Tapınak’tan ayrılmayı seçmişti. Tapınak buna karşı çıkmış ve fikirlerini geri almazlarsa onları ortadan kaldıracağını söylemişti. Aile yetenekli olduğundan dolayı kendilerini koruyabilecekleri düşüncesi ile kararlarında ısrar etmişti fakat Tapınak bundan sonra çok değişik bir oyun girişiminde bulunmuştu, İhanet… Aralarına birisini sokacaktı ve daha sonra da onun onlara ihanet etmesini ve onları öldürmesini sağlayacaktı. Peki ya Zeusai’nin ailesinin arasına kimi sokabilirdi? Zeusai’nin anne ve babasının öldürülmesi ile ilgili plan kayıt defterinde şu şekilde açıklanmıştı:

Acımasız Oyun

Tapınak’tan ayrılmak isteyenler ortadan kaldırılmak istenir, çoğunda da başarılı olunurdu. Fakat bu seferkiler kolay lokma değildi. Yetenekliydiler, dikkatli ve hırslılardı da… Tapınak bu nedenle bir plan ortaya sürdü, ihanet… Planın adı da Acımasız Oyun’du. Bu planı devleti yönettiği sanılan Kılıç Ustaları yapmıyordu, hatta onların haberleri bile yoktu. Fakat Tapınağın Gizli Rahipleri planı Kılıç Ustasının üzerine atmak için planı özenle hazırladılar. Plan şu şekilde gerçekleşiyordu. Aileye yakın birisi bulunacaktı ya da onların arasına birisi sokulacak, ona güvenmesinden sonraysa ajan aileyi ortadan kaldıracaktı. Plan’ın uygulanması için gerekli kişi seçildi fakat bu kişinin bir tek koşulu vardı; bir yaşındaki çocuk hayatta kalacaktı. Ajan, iyi bir eğitim sonrası ailenin yanına döndü. Tapınak’tan ayrıldığını ve kendisinin de tehdit edildiğini söyledi. Ailenin ona güvenmesi ardından plan kusursuzca ortaya kondu. Planın asıl adı İhanet’in Acımasız Oyun olarak değişmesinin nedeni ise ajandı. Ajan aileye gerçekten çok yakın birisiydi, bir yaşındaki çocuğun amcası. Buna karşı çıkmam sonrasında kendimi buraya kapadım ve bulabildiğim tüm bilgileri bu deftere sırası ile kaydettim.

Gizli Rahip Tony

Bu satırların her biri insanın içini ürpertiyordu. Zeusai ellerini yumruk yaptı ve “Onların intikamını alacağım.” dedi.




Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://crucio-rpg.ohmylife.net
Daniel Jacob B. Black
Karanlık Lord
Daniel Jacob B. Black


Mesaj Sayısı : 85
Kayıt tarihi : 20/01/10
Yaş : 29
Gerçek İsmi : Berker x)

Bilgilerim
Rp Puanı:
Eduard Justin Black Imgleft100/100Eduard Justin Black Emptybarbleue  (100/100)
Tarafı: Ölüm Yiyen

Eduard Justin Black Empty
MesajKonu: Geri: Eduard Justin Black   Eduard Justin Black Icon_minitimePerş. Şub. 04, 2010 2:40 am

100!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Eduard Justin Black
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Eduard Justin Black
» Eduard Justin Black
» Eduard Justin Black
» Joey Eduard Black
» Black Ailesi ~ Toujours Pur

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Expelliarmus :: Anons :: Sistemler :: Yazım Dersi Sistemi-
Buraya geçin: